TÜRKİYE'DE 1933 REFORMU VE SONRASI

1946-1981 DÖNEMİ

Çok partili demokrasi dönemine geçildiği 1946 yılında buna paralel olarak üniversitelere de muhtariyet, yani özerklik getirilmesi önerildi.

Özerklik, profesörlerden oluşturulan komisyonun önerisine uyularak, "rektörlerinin ve dekanlarının öğretim üyeleri tarafından seçilmesi" olarak yorumlandı ve 1946 yılında bu yoruma uygun hükümler taşıyan 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu yürürlüğe girdi.

İleri demokratik ülkelerde örneği bulunmayan bu özerklik anlayışı, 1960 yılında yine profesörlerden oluşan bir komisyonun görüşü doğrultusunda çıkarılan 115 sayılı kanun ile yapılan bazı değişiklik ve eklemelerde devam ettirildi. Ayrıca 1961 Anayasasının 120. maddesinde yer alan "Üniversiteler kendi seçtikleri organlar tarafından yönetilirler" ibaresiyle teminat altına alınarak pekiştirildi.

Ancak, bu teminat üniversitelerden ziyade öğretim üyesine "sunî" bir dokunulmazlık getirmiştir. Bu suretle, "Üniversitelerde, 1933 öncesi sisteme dönüldü" diyebiliriz.

4936 sayılı kanun hükümlerine göre ve o zamanki "özerklik" anlayışının icabı olarak, üniversiteler kendi seçtikleri yöneticilerin denetimine bırakılıyor ve etkin bir denetimin dışında tutuluyorlardı. Bir anlamda "hocaların dokunulmazlığı" esası getirilmiş oluyordu.

Kanunun 12. maddesi, "Rektör, Fakülte Profesörler Kurullarının bir arada yapacakları toplantıda iki yıl için, aylıklı ordinaryüs profesör veya profesörler arasından, sıra ile, her seçim döneminde başka bir fakülteden olmak üzere salt çoklukla seçilir" hükmünü getirmişti.

Bu dönemde rektörün yetkileri son derece kısıtlıydı. Senatoya başkanlık eden rektörün, primus inter pares, yani eşitler arasında birinci olarak, bir tek oyu vardı ve kararları senato verirdi. Bunun dışında yürütmede fazla bir yetkisi yoktu. Dekanlar fakülte kurullarına başkanlık ederlerdi. Örneğin, bir öğrencinin veya asistanın yurtdışına gitme izni gibi konular fakülte kurullarında karara bağlanırdı. Dekanlara rektörün herhangi bir müdahalesi söz konusu olamazdı. Saygın bir üniversitemizin rektörü ile kavgalı olan bir fakülte dekanı bir araya geldiklerinde ve herkesin önünde birbirlerine ağır sözlerle hitap edebiliyorlardı. Dekanların da yetkileri aynı ölçüde kısıtlıydı. Bu nedenle, öğretim üyeleri zamanlarının önemli bir kısmını kurullarda geçiriyorlar ve başta tıp ve hukuk fakültelerinde olmak üzere, bir kısım öğretim üyeleri kalan zamanlarının bir bölümünü de serbest meslek icrasına ayırıyorlardı.

Planlı döneme geçildiği 1962 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), üniversitelerden, daha fazla öğrenci almalarını istedi. Ancak, özerk olduklarını öne süren üniversiteler bunu kabul etmediler ve "daha çok öğrenci okutamayız" dediler. Planlı dönemin başından 1975'e kadar 11 yeni üniversite daha kuruldu. Böylece üniversite sayısı 19'a çıktı. Ancak, 1975 yılında üniversitelere ve akademilere alınan öğrenci sayısı 49 bin iken, bu sayı 1982'ye gelindiğinde 42 bine düştü.

İstanbul, Ankara ve İzmir dışında kalan illerde 1955'ten 1959'a kadar 3, 1975'te 3 ve 1979'da 6 yeni üniversite açılmış ve kuruluşları üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen, bu üniversitelerde öğretim üyesi sayısı, ihtiyacın çok altında kalmıştır. Hattâ, 1975'te Malatya'da kurulan Inönü Üniversitesi'nde 1980 yılına gelindiğinde görevlendirilen tek profesör, geçici rektörden ibaret kalmıştır.

Yükseköğretim çağındaki öğrencilere, hiç değilse nüfus artışına cevap verebilecek şekilde eğitim imkânı sağlanması gerekirken ve bunun için alt yapı hazır iken, 1975-1976 öğretim yılında, yükseköğretim çağında bulunan gençlerin yüzde 9.1 olan okullaşma oranı, beklenilenin aksine, 1980-1981 öğretim yılında yüzde 5.9'a düşmüştür. Oysa aynı dönem için bu oran Suriye'de yüzde 17.8, Yunanistan'da 27, Batı Avrupa'da 37, ABD'de 59 idi. Görüldüğü üzere, bu dönemde ülkemizde yükseköğretim çağı okullaşma oranı, komşu ülkelerimize göre bile son derece düşüktü.

Araştırmalara gelince, bu konudaki önemli gösterge-lerden biri uluslararası düzeydeki yayınların sayısıdır. Institute for Scientific Information (ISI) tarafından endekslenen uluslararası düzeydeki yayın sayımız 1981'de 300 dolayında idi. Türkiye diğer ülkeler arasında 42. sırada yer almış ve komşu ülkelerin çok gerisinde kalmıştır.

Ne acıdır ki, Portekiz, Pakistan, Güney Afrika gibi ülkelerden bilim adamlarından Nobel Ödülü alanlar olduğu halde şanlı mazisi olan 65 milyonluk ülkemizde bugüne kadar bir bilim adamı Nobel'e lâyık görülmemiştir.

Yükseköğretim kurumlarının 1981 öncesindeki durumları kamuoyunda tartışma konusuydu. Zamanın gazetelerinde, Devlet Istatistik Enstitüsü verilerine göre, üniversiteye giren her 100 öğrenciden ancak 17'sinin mezun olabildiği, üniversiteye kaydolan öğrencilerden yüzde 10'unun ilk sınıfta, yüzde 33'ünün ise üst sınıflarda okulu terkettiği, üniversitelerin kapasitelerini kullanamadıkları, öğretim üyesi dağılımında büyük dengesizlikler bulunduğu, bir üniversitenin 7 öğretim üyesi ile açıldığı ve bunların idarî görevlerde oldukları, üniversite sisteminin işlevini yapamaz duruma geldiği, bir plana ihtiyaç olduğu, yükseköğretimin bir plân içinde ele alınarak geliştirilmesi gerektiği haber ve yorumları yer alıyordu.*
 

  
* Günaydın, 14.09.1977; Politika, 06.08.1977; Cumhuriyet, 27.06.1980; Son Havadis, 21.06.1978; Hürriyet, 07.12.1978; Milliyet, 14.04.1981; Millet, 13.07.1977; Milliyet, 1980
 

  
III. Bölüme dönüş.
 
"İçindekiler" sayfasına dönüş.